Antroposen Sohbetler’de Utku Perktaş, yazarlık hayatının 50. yılında Buket Uzuner ile zamanın doğrusal olmayan akışı, tanıklık ve etik sorumluluk, çevre duyarlılığı ve Antroposen çağında yazarlığın imkânları üzerine derinlikli ve keyifli bir sohbet gerçekleştiriyor.
Satırbaşları:
- İyi bir hayat nedir?: Zenginlik değil, istediğini yapabilmek ve işe yaramış olmak.
- İnsanın yaşadığı yıllara dönüp bakıp ‘bunlar ne işe yaradı?’ diye sorması, yapılabilecek en sağlıklı şeylerden biri.
- Karşılık beklemeden iyilik yapan insanların daha az hasta olduğunu kuşaklar boyunca gözlemlemişlerdi. Bilim sonra geldi ve bunu kanıtladı.
- Yazar da bir insandır; bu yüzden aynı anda hem faildir hem de kurban.
- Roman yazarken yapılabilecek en doğru şey, faille kurbanı ayırmadan, samimiyetle anlatmaktır.
- Yapay zekâ, insan evriminin dışarıdan devam ettirilmiş bir hâli olabilir. Ama hikâyeyi ondan öğrenirsek, edebiyat da insan yazarlığı da biter.
- İnsan hikâyeden öğrenen bir canlıdır. O yüzden sanat hâlâ en güçlü araç.

Antroposen Sohbetler’in bu bölümünde, yazarlık hayatının 50. yılında Buket Uzuner’le çok kıymetli bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi; zamanı doğrusal olmayan bir anlatı olarak düşünmekten, “iyi bir hayat”ın ne anlama geldiğine; bireysel ve toplumsal kırılmalardan Antroposen’de yazmanın etik sorumluluğuna uzanan bir hat üzerinde ilerledi. Hikâye anlatmanın, insan olmanın ve hayatta kalmanın iç içe geçtiği bu sohbet, edebiyatı bir tanıklık alanı olarak yeniden düşünmeye davet ediyor. İyi dinlemeler ve iyi okumalar!

Utku Perktaş: Merhaba, iyi akşamlar herkese. Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş.
Bugün Antroposen Sohbetler’de benim için çok kıymetli bir isim var. Yazarlık hayatının 50. yılında Buket Uzuner ile zamanı, anlatıyı ve yazarlığın bu çağdaki sorumluluğunu konuşacağız ve tabii, doğaçlama olarak da soruların altının farklı şekillerde açılacağını düşünüyorum. O yüzden hiç uzatmadan Buket Hanım’a hoşgeldiniz demek istiyorum.
Buket Hanım, iyi ki vakit ayırdınız, yine buradasınız, beni yalnız bırakmadınız. Birlikte olduğumuz için çok teşekkür ederim, eksik olmayın. Nasılsınız?
Buket Uzuner: İyiyim, teşekkür ederim. Ben tabii Utku Perktaş’la her buluştuğumda, şimdiye kadar hiç yaşamadığım farklı bir ortak iletişimle mutlu oluyorum çünkü sadece bir biyolog değil; okuldaşım ve aynı zamanda bir bilim insanı olarak da kendisine hayran olduğum biri. Bu üçü yan yana zor gelen şeyler ve belki de zor geldiği için çok kıymetli.
Utku’yla yan yana olduğumda, ben ne söylesem onun zaten anladığı duygusu geliyor bana. Açıklamaya gerek yok gibi… Sanki farklı yıllarda aynı mahallede büyümüşüz gibi. O mahalleyi ikimiz de tanıyoruz, aynı mahallenin çocukları gibiyiz. Bu çok sıcak bir his. Çok teşekkür ederim.
U.P.: Aynı şekilde, bu duygular karşılıklı. Ben de o tarihimizin o kısmını hiç düşünmem ama sizi yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum. Bu konuşmalarımız bana da çok iyi geliyor yani ben de aynı duygulardayım. Her seferinde sizinle buluştuğumuzda — ister yüz yüze ister ekran karşısında— aynı heyecanla geliyorum ve zamanın nasıl aktığını hiç hissetmiyorum. Vallahi eksik olmayın, iyi ki geldiniz.
B.U.: İyi ki buluştuk o zaman.
U.P.: Bugün aslında sizin yazarlık hayatınızın 50. yılında bu söyleşiyi Antroposen Sohbetler’de yapmak istiyordum. Uzun zamandır aklımdaydı. İzniniz olursa şöyle bir soruyla başlamak isterim.
Yazarlıkta 50. yıl ister istemez geriye dönük bir bilanço duygusu yaratıyordur diye düşünüyorum ama sizin metinlerinizde zaman çoğu zaman doğrusal değil; daha çok katmanlı ve döngüsel akar. Bugünden baktığınızda, sizi yazarlıkta ileri taşıyan şeyin bir ‘ilerleme’ fikrinden çok, durup düşündüğünüz eşikler olduğunu söyleyebilir misiniz? Ya da 50 yılın içinden bakınca sizi en çok dönüştüren kırılmalar neler oldu? Hiç böyle düşündünüz mü? Neler söylersiniz?

Tanıklıktan Antroposen’e: Yazarlığın Etik Konumu
B.U.: Aslında 50 yıl insana çok korkunç bir rakam gibi geliyor. Bana yayınevim ve edebiyat ajansım böyle bir sürpriz hazırladılar. Açıkçası bu benim planım değildi - çok samimi söylüyorum. Bazen öyleymiş gibi davranılır ya, ben ‘olmuşluk’ hâllerinde pek becerikli değilim.
Bana bu yıl, “50. yılınızda yayımladığınız bütün öyküleri bir arada toplayıp bir toplu öyküler kitabı armağan edeceğiz” dediklerinde o kadar çok güldüm ki telefonda, “50 yıl yapmayın” falan dedim. Sonra, bütün öykülerin önüne yeni bir öykü ekleyelim dedik. Ankara’nın En Güzel Mevsimi diye bir Ankara öyküsü yazdım; yeni bir metin, geçen sene yazdığım. Bir de önsöz yazayım dedim. Hayatımda yazdığım en zor yedi sayfaydı, o yedi sayfa aylar sürdü çünkü senin şimdi sorduğun soruyu kendime sordum: “50 yıl nasıl bir şey?”
Tabii bu 50 yılın ilk kitabımla başlamadığını herkes bilir. Bizim kuşakta önce edebiyat dergilerinde yazmak gerekiyordu. Bu bir tür jüri sistemi gibiydi; ehliyetini ispat etmek gibi. O zaman kızıyorduk ama bugün edebiyat dünyasına bakınca bunun çok sağlıklı bir şey olduğunu görüyorum.
Düşünün, 17–18 yaşında bir öykü yazıyorsun. Delikanlılığın verdiği o Kaf Dağı’nda olma hâli… Sanki dünyada ilk defa senin anlatacağın bir hikâye varmış gibi. Çünkü sen onları ilk defa hissediyorsun ve dünyanın da öyle olduğunu sanıyorsun. En sempatik, hataların affedilebildiği yaşlar.
Öykünü alıp bir dergiye götürüyorsun. Varlık dergisi var, Yazko Edebiyat var, Dönemeç var… Ankara temelli pek çok dergi vardı. Çünkü 70’ler ve 80’lerde Ankara Türkiye’nin en önemli kültür merkeziydi; İstanbul’un önündeydi. TRT’nin Ankara’da olması ve o dönem çok kıymetli bir kurum olması bunda çok etkiliydi. Edebiyatçıların, sanatçıların neredeyse hepsi Ankara’daydı; şimdi geriye dönüp bakınca bunu daha iyi anlıyorum.
O zaman bu çok doğal geliyordu bana. Öykünü götürüyorsun, bir dergiye veriyorsun. Derginin jürisinde Atilla İlhan, Cemal Süreya gibi isimler oturuyor. Şimdi düşününce dizlerimizin titremesi lazım. Ben işte bir biyoloji öğrencisiyim. Gidiyorum, “Bunu getirdim” diye öyküyü masaya bırakıyorum. Bir de masaya fırlatıyorum neredeyse; ‘çok önemli bir yazarım’ havasıyla… Karşında Cemal Süreya varmış mesela ama o sırada sen bunu idrak edecek beyinciğe henüz sahip değilsin. O yaşta olmuyorsun.
Sanırım bütün bunları da hesaplayarak bu 50 yılı bulmuşlar. Ben de buna hayret ettim ama geri dönüp, aylarca uğraşarak yazdığım o yedi sayfalık önsözde şuna karar verdim: İnsanın yaşadığı yıllara dönüp bakıp “Bunlar ne işe yaradı?” diye sorması, yapılabilecek en sağlıklı şeylerden biri.
Tabii herkes kendisi için farklı şeyler düşünebilir ama istediği şeyleri yaşayabilmiş olmak, zannederim iyi bir hayatın iki temel özelliğinden biri. Zengin ve ünlü olmak, iyi bir hayat yaşamış olmakla doğrudan ilişkili değil. Evet, aç kalmamak gerekiyor; ama aç kalmamak, zengin olmak demek değil.
Mesela benim için ilk kriter şuydu: İstediğim kitapları alabilmek. Bir dönem bunu istediğim gibi yapamıyordum. Ankara’da DOST Kitabevi vardı, kulakları çınlasın. O zaman kredi kartı yoktu ama öğrencilere bayağı bir veresiye defteri açmışlardı. Sadece okulda okuduğumuzu söylüyorduk, kimliğimizi gösteriyorduk. “Hacettepe’de biyoloji okuyorum” diyordum, not ediyorlardı. Beş lira, on lira… Her ay götürüp ödüyorduk.
Bizde öyle bir ahlak ve etik anlayışı vardı ki; vermezsen hiçbir kanıt yok aslında. Ama hepimiz teker teker gider, borcumuzu öderdik. Orada tanışırdık kitap sevenlerle.
U.P.: Bizim zamanımızda da vardı bu, biz de yapıyorduk krediyle alışveriş gibi. Dediğiniz gibi, sadece bir kart vardı, başka bir şey yoktu.
B.U.: DOST’ta mı yapıyordunuz?
U.P.: Evet, DOST’tu.
B.U.: DOST hakikaten hepimizi mezun etmiş diyebiliriz; özellikle de edebiyat alanında.
U.P.: İsmi gibiydi gerçekten, DOST’tu yani.
B.U.: Evet. O zamanlar iki küçük kızı vardı, ben de onları çocuk tiyatrosuna götürürdüm. Küçük olan bana “Buket” diyemezdi, “Roket abla” derdi. Öyle de bir anım var.
Bu 50. yıl kitabı beni “İyi Bir Hayat”ın ne olduğu üzerine düşünmeye yöneltti. İyi bir hayat, istediğin şeyleri yapabilmekle ilgili; ama kesinlikle zengin ya da ünlü olmakla ilgili değil. Mesela iyi bir hayatta benim istediğim kitapları alabilmem gerekir.
O yüzden belki benim evim biraz… kitapların arasından koridorda atlayarak geçilen, biraz bunaltıcı bir halde. Toparlayamıyorum. Bağışlar da yapıyorum; söylemesi ayıp ama bazı kütüphanelere, arşivlere ya da çok sevdiğim ilk baskıları veriyorum. Çünkü onlara bir daha dönüp bakmayacağımı biliyorum; ama orada durmaları, anılarıyla var olmaları güzel geliyor.
Ama bir yerden sonra, vermeme rağmen, bu kitaplarla olan açgözlü ilişkim herhalde o döneme dayanıyor. İstediğini yapabilmek… Ya da dünyayı gezmek isteyen bir genç kızken, burslarla bunu büyük ölçüde başarabilmek. İyi bir hayat biraz da bu demek. Ama sadece bu da yetmiyor.
İnsan zamanla şunu anlıyor: İstediğin şeyleri yaparken işe yaramış olmak ne kadar kıymetli. Yaşıtlarına ya da senden yaşlı insanlara baktığında, ne kadar varlıklı, ne kadar çeşitli bir hayat yaşamış olsalar bile, bazılarının çok mutsuz yaşlandığını görüyorsun. Bu çok sık oluyor. Onlarda eksik olan şeyin, “işe yaramış olma” duygusu olduğunu düşünüyorum.
Bu, ille bir kurumda çalışmak demek değil. Mahalledeki bir çocuğa ablalık ya da abilik yapmak bile bir işe yaramaktır. Yıllar sonra gelip “o yaşta bana el verdin, teşekkür ederim” demesi kadar insanı mutlu eden bir şey yok.
Biz biyolog olduğumuz için biliyoruz ki bu iyilik hâli durup dururken olmuyor. Bizim bir ata sözü — belki de daha doğru tabirle bir “nine sözü”— vardır: “İyilik yap, denize at; balık bilmezse halik bilir.” - Atasözü diyoruz ama kadınları dışarıda bırakıyor; ben bunların çoğunun aslında kadınlardan çıktığını düşünüyorum.
Bunların hepsinin çok güçlü bir biyolojik ve hormonal altyapısı var. Bugün “ilkel” denen paganlar, şamanlar, otacılar hormonları bilmiyorlardı belki ama kuşaklar boyunca şunu gözlemliyorlardı: Karşılık beklemeden iyilik yapan insanlar daha az hastalanıyor.
O zamanlar bağışıklık sistemi bilinmiyordu ama şunu gözlemliyorlardı: Neden bu insanlar daha az hasta oluyor, daha uzun yaşıyor, yaşlılıklarında daha çok kahkaha atıyorlar, aksileşmiyorlar, bağırıp çağırmıyorlar? İyilik yapan insanların daha görünür olduğu topluluklarda bu ilişki kurulabiliyordu.
Bence biyoloji ve tıp gibi bilimler, bu ilişkilerin kanıtlanması sürecinde devreye girdi. Yani bilgi zaten vardı; bilim, onun nedenlerini açıklamaya başladı. Benim için de böyle bir anlamı oldu.
Sorunun bir bölümünde şunu da sormuştun—bunu daha önce bir söyleşide de sormuşlardı, o yüzden kendi söyleşimden biraz kopya çekeceğim. Dönemeçler, dönüm noktaları oldu mu diye… Oldu elbette.
Şöyle demişim; şimdi bu kadar iyi toparlayamam diye buradan okuyacağım: Kendi özel hayatımdaki yenilgiler, yalnızlıklar, hüzünler elbette benim için dönemeçlerdi. Ayrılıklar, ölümler…
Mesela çok gençken, Norveç’te öğrenciyken bir fotoğrafçı arkadaşımız vardı, o da Bergen Üniversitesi’ndeydi. Bir trafik kazasında öldü. Daha 23 ya da 24 yaşındaydık ve 24 yaşında bir insanın ölebileceğini ilk defa Celal’in ölümüyle anlamıştım. O, bir ölümden fazlasıydı benim için.
Ölümlü olduğunu elbette biliyorsun ama bunu gerçekten anlaman için yaşıtın birinin gitmesi gerekiyor. Bu benim için çok önemli bir kırılma noktasıydı.
Ama sadece kişisel hayatımdaki kırılmalar değil; Türkiye’nin benim yaşıma denk düşen ve ne yazık ki hâlâ süren demokratikleşme mücadelesindeki dönemeçler de hayatımı çok etkiledi. Birçok insan gibi.
Darbeler mesela… Özellikle 12 Eylül Darbesi, tam bizim ilk gençliğimize denk gelen bir dönemdi. Sonra Bosna’daki iç savaş… Sivas’ta Madımak’ta diri diri yakılan şairler… Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1990 yılında…
Bir de idam cezasının kaldırıldığı gün mesela. O benim için çok sevinçli bir andır. Galiba Bozcaada’da bir festivaldeydik ve sokakta dans etmiştim idam cezası kalktı diye.
Kaş’taki Yunus Parkı mesela… Change.org grubuyla buna öncülük etmiştim. Kaş’taki Yunus Parkı’nın kapatıldığı gün de benim için önemli bir dönüm noktasıdır. Çok uğraşırsan bazı şeyler oluyor.
Ama mesela Bodrum’dakini hâlâ kapatamadık. Hâlâ Yunus Parkları var. Ne bileyim, on tane varsa birinin kapanması, ikisinin kapanması ne işe yarar? Yine de bir yerden başlamak gerekiyor.

Yani sadece kişisel hayatımdaki aşklar, ayrılıklar, evlilikler ya da ölümler değil; toplumsal ve dünyayı etkileyen olaylar da… Bosna-Hersek Savaşı mesela. Kumral Ada – Mavi Tuna’yı yazmamın sebebidir.
Orada insanlar sniper’larla öldürülüyordu. Ben genç bir kadındım, yeni anne olmuştum. İnsan o dönemde hormonal olarak da çok daha hassas oluyor. Gazetelerde şu haberler çıkıyordu: Ekmek almak için sokağın karşısına geçerken yukarıdan sniper tarafından vuruluyor.
Ve bugün, bu yıl öğrendiğimiz bir gerçek var. Bilmiyorum sen duydun mu? Hollanda’dan ya da Belçika’dan, bilgisayar oyunu gibi, para verip çatılara çıkan ve insanları vurmak için gelen turistler olduğunu öğrendik. Zevk için. Aşağıdan geçen birini vurup öldürmek için…
Oraya gidiyorlar, insan avlıyorlar. Böyle insanlar var. Mesela bir anne ve çocuğun fotoğrafı vardı; o beni çok etkilemişti. Ekmek almak için karşıya geçerken sniper vuruyor. Sonradan öğreniyoruz ki bunu yapanlar oraya para vererek gelen kişiler.
Kadın çocuğunun üstüne kapanmıştı. İkisi birden ölmüştü. Türk gazetelerinde, üzerlerine gazete örtülmüş bir fotoğraf çıkmıştı. Bu benim hayatımın en önemli dönüm noktalarından biridir.
O an şunu düşündüm: Bir şey yapmalıyım. Ne yapabilirim? Dışarıda insanlar ölüyor. Çok fazla insan ölüyor. Roman da zaten böyle başlıyordu.
Sonra bazı arkadaşlar, Türkçeci arkadaşlar, “dışarıda çok birileri ölmesi” ifadesinin Türkçeyi bozduğunu söylediler… Bana karşı kampanya başlatmışlardı. Şaka yapmıyorum.
Orada, iç savaşın ne kadar yıkıcı olduğunu Türkiye’ye taşıyarak, genç bir edebiyat öğretmeninin hikâyesine dönüştürdüm bunu. Kuzguncuk’ta bir sabah kapısı çalınıyor; “İç savaş çıktı, sizi askere alıyoruz” deniyor.
Genç bir edebiyat öğretmeni… “Ama ben askerliğimi yaptım” diyor. “Bu bir iç savaş” diyorlar. “Nasıl yani, komşularımı mı öldüreceğim?” diye soruyor.
Böyle başlayan bir romandı bu. Bir anlatımda annesi, onun akıl hastanesine gittiğini söylüyor. Bir başka anlatımda, bunun bir rüya olduğu söyleniyor. Üçüncü bir anlatımda ise gerçekten bir iç savaş çıkmış, o da orduya gitmiş oluyor. Aynı olaya üç farklı anlatım.
Öyle bir roman yazmıştım. O romanın bugün hâlâ okunuyor olması çok önemli benim için. Belki de Türkiye’de ilk defa bir “iç savaş”ın adı konmuştu orada. Çünkü bizde “şehit haberleri” dediğimiz şey, aslında içeride ölen insanlardı; ama adını koyamadığımız bir şeydi bu. Bir iç savaştı.
İşte böyle dönüm noktaları oldu hayatımda. Aslında yıl dönümleri bence tam da bu işe yarıyor. İnsan dönüp “Ne yaptım, ne ettim?” diye düşünüyor. Biraz envanter çıkarmak gibi galiba.

Fail, Kurban, Tanık: Antroposen’de Yazarın Çıkmazı
U.P.: Ben bunu çok önemsiyorum. Çok az bir zaman değil; çok önemli bir birikimden söz ediyoruz. O zaman, Buket Hanım, buradan şuraya geçmek istiyorum; ikinci soruda ben sizin yazarlık deneyiminizle birlikte biraz Antroposen’i merkeze almak istemiştim.
Antroposen’i çoğu zaman bilimsel bir kavram olarak konuşuyoruz ama aslında bu çağ aynı zamanda bir anlatı krizi de yaratıyor. İnsan kendini aynı anda hem özne, hem fail, hem de tanık olarak konumlandırmak zorunda kalıyor. Sizce bugün bir yazar Antroposen’de ne yapar? Sizin yazarlık tecrübenizle Antroposen’i bir araya getirsek, olan biteni anlatır mı, buna itiraz mı eder yoksa henüz adını koyamadığımız başka bir etik pozisyonda mı durur? Bu konuda ne söylersiniz?
B.U.: Yazarın da bir insan olduğunu ve bu yüzden hem fail hem de kurban olduğunu hatırlatmakla başlamak isterim. Çevreci bir kişinin, çevre haklarını yani insan dışındaki canlıların haklarını savunan birinin, bunu savunmak için uçağa binip bir toplantıya gitmesi, orada pipetle su ya da meyve suyu içmesi, otelde kalarak bir takım gereksiz tüketimlerde bulunması…
Biz şu anda mesela evimizden ya da büromuzdan konuşuyoruz ama internet üzerinden inanılmaz bir enerji tüketiyoruz. Yani bu iki yüzlülük değil, bu bir mecburiyet.
Geçen gün şöyle bir şey yaşadım; sosyal medyada cam pipetlerle ilgili bir paylaşım gördüm. Plastik pipetlerin doğada çözülmediğini, hayvanların boğazına saplanarak öldüğünü biliyoruz; bu bir senaryo değil, gerçekten yaşanıyor. Bunu önlemek için cam pipet kullanımı başladı ama cam pipetlerin de incecik kırılıp, çocukların ya da yetişkinlerin boğazına girerek ölüme yol açtığına dair vakalar ortaya çıktı. Takip ettiğim çevreci bir kuruluşun hesabı bunu paylaştı: “Cam pipet kullanırken dikkatli olun” diye. Ben de dayanamadım, gece yarısı yazdım: “Pipet kullanmayın kardeşim. Biz pipetsiz büyüdük, değil mi?”
U.P.: Evet, gördüm paylaşımınızı.
B.U.: Gerçekten, niye pipet kullanıyoruz? Teneke kutudan içeceğini içiyorsun diyelim; “dışarıda duruyor, hayvanlar çiş yapabiliyor, kirleniyor” deniyor. E koy bardağa, aç, temizle. Bu gerçekten şımarıklığın daniskası.
Bazen “pipetten ne olacak ki” deniyor. Ama pipete karşı çıkarken eski davranışını hatırlatıyorsun. Eskiden böyle bir şey yoktu. Pipet aslında tıbbi bir ihtiyaç için icat edilmişti; Hastalar içemediği zaman kullanılıyordu.
Mesela lokantaya gittiğimizde tabaklar her yemekte değiştiriliyor. Ben o tabağın değiştirilmesini istemiyorum. Garsonlar çok alınıyor, “Aşkolsun” falan diyorlar. Diyorum ki herkesinkini değiştirme, herkes tek tabakta yesin. Bak, bulaşık azalacak; su azalacak; deterjan toprağa karışmayacak. Masadakiler rahatsız oluyor. Yakın akrabalar, dostlar bile rahatsız oluyor yani onları şu duruma düşürüyorsun: “Sizin umurunuzda değil ama ben ne kadar doğa duyarlıyım. Şimdi yapsan suç, yapmasan suç. “Bunlarla ne değişir?” deniyor. Bunlarla bir şey değişebilir.

Yazar da bir insandır; bu yüzden aynı anda hem faildir hem de kurban
Roman yazarken de “bir şey yapayım” dediğinde, bence yapılabilecek en doğru şey bunu samimiyetle anlatmak. Faili ve kurbanı iki ayrı kişi gibi anlatmak ama o iki ayrı kişinin de kendi iç dökümlerinde o kadar masum olmadığını; hain görünenin de aslında o kadar suçlu olmadığını göstermek.
Bu, toplumsal olarak bu çılgınlık hâlinde sürüyor. Ne yapabiliriz? Eski, daha sade hayatımıza dönebiliriz. İnternetten vazgeçemeyiz elbette ama yeme içme alışkanlıklarımızda, giyim kuşam davranışlarımızda bunu yapabiliriz. Bu küçümsenecek bir şey değil.
Bir edebiyatçının yapabileceği şey şu: Edebiyat öğretmez. Ben bazen—belki akademisyenlikten kalan bir refleksle—didaktiğe kaçabiliyorum yazarken. Bunun farkındayım. Çoğu zaman editörle birlikte o bölümleri kesiyoruz, uğraşıyoruz. Çünkü iyi bir edebiyat eseri böyle olmamalı.
Ama akademik bir arka planım da var tabii. Mesela Çanakkale’yle ilgili bir kitap yazarken o kadar çok kaynak okudum; Anzaklar, Avustralya, İngiltere, I. Dünya Savaşı… Uzmanlarla görüştüm; beş yıla yayıldı çalışmam. O kadar çok şey öğrendim ki hepsi yazıya akmak istiyordu, kendimi zor tutuyordum.
Biyolog olarak bu işin içine girmek çok yararlı çünkü bu işi hiç bilmeyen ama iyi niyetle yazan birine göre, çok daha donanımlı ve özünü görerek yazıyorsun. Biyoloji bence bilimlerin anasıdır. Matematikle birlikte. Matematik olmadan biyolojinin olabileceğini zannetmiyorum. Bu kadar temel bir bilimle dünyaya bakıyorsun.
Anlatırken bazen ipin ucunu kaçırabiliyorsun ama ideal olan şu: Merak uyandırmak.
Mesela Sivas’ta yaşayan bir akademisyenin, bu romanları okuduktan sonra “eco-feminizm diye bir şey varmış”, “Antroposen diye bir kavram varmış” deyip merak etmesi. Çünkü o akademisyen bir öğretmen; çok kişiyi etkileyebilir. Hatta bir romandan daha etkili olabilir, öğrencilerin hayatını değiştirmede.

İnsan hikâyeden öğrenen bir canlıdır. O yüzden sanat hâlâ en güçlü araç
Ama asıl soru şu: Bunun için zamanımız var mı? Orada karamsarım. Ve bu kaç kişinin umurunda? Bir kitabı okuyacak olan kişi zaten duyarlıysa etkileniyor. Orada başka enstrümanlar devreye giriyor: Diziler, sinema, görsel sanatlar… Sanat çok etkili. Çünkü insan hikâyeden öğrenen bir canlı. Baştan beri yaptığımız her şey bununla ilgili. Bilmiyorum, iyi yanıt verebildim mi?
U.P.: Çok güzel oldu. Bugün hızın, görünürlüğün ve sürekli üretme baskısının belirlediği bir kültürde yaşıyoruz. Genç yazarlara baktığınızda sizce asıl tehlike nedir? Çok sessizlik mi, yoksa sessizliğe alan kalmaması mı?
Yazarlığın geleceğinde sizi umutlandıran bir şey var mı? Bu konuda ne söylersiniz? Yaklaşık son dört dakikamız var.
B.U.: Olabildiğince kısa anlatmaya çalışayım.
Bence bugün sadece edebiyatın değil, bütün insanlığın karşısındaki en büyük tehlike yapay zekâ. Ondan çok yararlanıyoruz; sen de ben de biliyoruz ki insan evrimi tamamlanmamış bir canlı. İnsan, beyninde biyolojik olarak gerçekleştiremediği gelişmeyi, yapay zekâyla dışarıda sürdürmeye çalışıyor.
Yani yapay zekâ bence — bilmiyorum katılır mısın — insan evriminin bir devamı. İnsanın kendi vücudunda gelişmeyen şeylerin, dışarıda; algoritmalar yoluyla, hatta duyguların algoritmalara çevrilmesiyle devam etmesi. Ama bunu yapan yine insan.
Bence hikâyenin, anlatının önündeki en büyük tehlike bu çünkü insanlık tarihinde biliyoruz ki; din kitaplarında, kutsal metinlerde, tarihte, gelişmemiz hep hikâyelerle mümkün oldu; başka türlü öğrenemiyoruz.
Birini doğrudan eleştirdiğinde — kendimiz de olabiliriz — alınıyoruz, kızıyoruz, küsebiliyoruz. Ama bir hikâyenin içindeki karakter bunları yaptığında ve başına bir şey geldiğinde, Suç ve Ceza’daki gibi, o zaman anlayabiliyoruz. Kendimizi onunla özdeşleştiriyoruz. Hikâyenin gücü burada. Bana “sen kötüsün” denmiyor; başka bir kötü üzerinden kendimi görüyorum ve öğreniyorum.
Ama bunu yapay zekâ yaptığında, ben edebiyatın da, insan yazarlığının da biteceğini düşünüyorum.
O zamana kadar olan süreçte ise en büyük tehlike şu: Edebiyatı, sanatı, hatta bilimi ünlü ve zengin olmak için kullanmak. Özellikle gençler için bu çok büyük bir tehlike.
Edebiyatla ilgili gelenlere hep şunu söylüyorum: “Ünlü ve zengin olmak istiyorsanız yazar olmayın. Yanlış yerdesiniz.” Bu sadece Türkiye’de az okunmasıyla ilgili değil; genel olarak okumayla ilgili sorunlar başladı, dikkat dağılıyor. Belki anlatılar başka formatlara taşınacak ama asıl soru şu: Bütün bunlar için zamanımız var mı?
Belki de Homo sapiens denen türün de bir gün dünyadan yok olması çok olası. Diğer canlıların başına geldi; neden bizim başımıza gelmesin? Bu tabiat için büyük bir kazanç olur aslında. Pandemide bir süre eve çekildik; Kadıköy sahilleri yunus aileleriyle doldu.
U.P.: Tabii, dünyada bununla ilgili çok örnek vardı.
B.U.: Çekildik diye, eve girdik diye…
U.P.: Evet. Mesela Pakistan’ın Pencap eyaletinde yıllardır görünmeyen Himalayalar, insanlar eve çekilince ortaya çıktı. Hava kirliliği bitti, Ganj nehri kendi kendini temizledi. Bunları yazıp çizmiştik. Çok çarpıcı örneklerdi, kesinlikle katılıyorum.
B.U.: Burada biraz benim hayal gücüm ve yazarlığım devreye giriyor; biyolojinin önüne geçiyor. Belki bildiğimiz buzul çağlarından önce, başka buzul çağlarında insanlık yok oldu ve çok küçük, çok zeki bir grup hayatta kaldı.
Spinoza mesela bundan söz eder; akıllıların hayatta kaldığından. Belki onlar, uzun bir zaman sonra yeniden evrimleşen insanlara sahilden, sudan çıkarak — piramitleri yapmayı bile — öğrettiler. O yüzden kutsal kişiler hep sudan ya da gökten gelirmiş gibi anlatılır.
Belki onlar bizden daha ileri, evrimleşmiş insanlardı; bir köşede zekâları sayesinde hayatta kaldılar. Bu çok kurgusal ama mümkün de. Belki şimdi de insanlık yok olursa, yine küçük bir grup kalır — zengin değil ama zeki.
Zenginler bunun tersini sanıyor ama… Sosyal medyada zenginlerin yaptırdığı pahalı sığınaklar konuşuluyor ama o sığınakları koruyan silahlı güvenlik ekipleri var. Böyle bir durumda, o ekiplerin kime hizmet edeceğini düşünürsek, ben zenginlerin hayatta kalacağını pek sanmıyorum ama zeki insanlar kalabilir.
Sen ve ben bunu çok iyi biliyoruz: İnsan zekâsı ne kadar güçlü bir aygıt.
U.P.: Eksik olmayın Buket Hanım. Bugün yine çok güzel bir söyleşi oldu, ne kadar teşekkür etsem az, iyi ki geldiniz.
B.U.: Ben de teşekkür ederim. Hem varlığın için, hem de Açık Radyo — Apaçık Radyomuz — böyle konuşmalara alan açtığı için. Bunlar ender ortamlarda yapılabiliyor, çok yaşasınlar.
U.P.: Eksik olmayın. Bugün Antroposen Sohbetler’de konuğum Buket Uzuner’di. Benim için çok kıymetli bir isim. Kendisiyle yazarlık hayatının 50. yılında, Antroposen’de yazmak üzerine çok keyifli ve akıcı bir söyleşi yaptık. Programın sonuna geldik. Önümüzdeki haftalarda yeniden buluşmak üzere hoşçakalın.


